İlk Karaciğer Biyopsisi, 14 Temmuz 2015 Salı
Hastaneye yatışımızla birlikte, süreçle ilgili teşhisi
gerektiren tüm tahliller, testler, biyopsiler yapılmaya başlandı. Ve hastalık
teşhisini aldığımdan daha zor bir süreç beni bekliyordu. Çünkü her kan testi,
her biyopsi, her görüntüleme cihazı Tuğberk için acı ve ağlama demekti. Ve
benim için de öyle tabi.
Nöroblastomun teşhisini kesinleştirmek için; idrarda VMA-HVA tahlili, tümör biyopsisi, kan tahlilleri ve tümörün nerede olduğunu ve nerelere
yayıldığını görmek için de MR (manyetik rezonans ile görüntüleme) gerekli. Tüm
bunlar da Tuğberk’e acı, bana ise travma demekti.
Dış merkezli ultrasonda yapılan inceleme de sağ böbrek
üstünde ve karaciğer de solid kitleler görülmüştü. Yani tümör demek oluyor.
İkisi Gazi’deki ultrasonda tekrar incelendiğinde, ulaşması daha kolay olduğu
için karaciğerin içerisindeki kitlelerden biyopsi alınmaya karar verdi. Biyopsi
demek genel anestezi demek. Bunun için de biyopsi saatinden en az 4 saat önce
bir şey yiyip içmemesi demek. Anne sütü alan ve iki aylık bile olmamış bir
bebeğin dört saat aç kalması ne demek biliyor musunuz? Ağlaması, açlıktan
ağlaması ve benim gözümün içine baka baka, yakama yapışa yapışa ağlaması.
Kendimi hiç o kadar çaresiz hissetmemiştim sanırım…
Hayatım boyunca unutmayacağım günlerdendir karaciğer
biyopsisi. Beynime mıh gibi kazındı. Açlık süresi bitip de biyopsi zamanı
geldiğinde, hasta bakıcı ile birlikte biyopsinin yapılacağı yere gittik,
kucağımda Tuğberk, sakinleştirmek için sürekli sallıyorum kucağımda. Bir odaya
soktular beni kucağımda bebeğimle, karanlık. “Şuraya bırakın” dediler. Bir sedye,
etrafında muhtemelen bir anestezist, bir cerrah, bir onkolog ve birkaç asistan
öğrenciden oluşan bir grup. Sedyenin etrafı makinalarla dolu, ultrason cihazı,
solunum cihazı, sonra kablolar, serumlar, kesici aletler, sedyenin üzerinde
ışık… Tuğberk’i bırakıverdim, ağzına solunum maskesi taktılar öylece bakakaldım
orada, ağladı tabiki. O ağladıkça ben çaresizlikten eridim orada, o görüntüde o
sedyenin yeşilinde kayboldu beni çıkartırlarken. Sedyenin onda birini falan
kaplıyordu, ufacık bedeni. Nasıl kesecekler dedim içimden, nasıl ulaşacaklar
içini kemiren o kötü kitlelere, hangi aletleri vardır ki o minik vücudunu çok
incitmeyecek. Dışarıda bekledim, Tuğberk’in o görüntüsü gözümün önünde…
Ağlamaktan ve dua etmekten başka hiçbir şey gelmedi elimden. Bitmeyen dakikalar
o kapının önünde.. Tedavi aldığın yer eğitim araştırma hastanesi olunca, her
yer meraklı asistanlar ve öğrencilerle dolu oluyor. Sonra sen bebeğim içeride
diye ağlarken, gözünün önünden “çok küçük bebek gelmiş biyopsiye ona bakmaya
geldim” diye geçerken, bebeğini öyle herhangi bir olgu haline indirgeyiveriyor
da şaşıp kalıveriyorsun öylece.
Biyopsi bitip Tuğberk’i kucağıma, elime de şeffaf bir
sıvıyla doldurulmuş bir kutu içerisinde biyopsiden alınan 2 parçayı verdiler.
Hemen 9 Eylül Üniversitesine göndermemiz gerekiyormuş. Teşhis için gerekli
testi onlar yapabiliyormuş. O kargo işiyle eşim ilgilendi. Ben Tuğberk’leydim,
onu verdiklerinde bir de ağırlık torbası üzerindeydi, kanama olmasın diye
kesiğin üzerinde tutun dediler. Ama tutmak ne mümkün, Tuğberk anesteziden
uyanmaya çalışıyor ve sürekli ağlayarak bilinçsizce hareket ediyor, ellerini
kollarını ayaklarını çırpıyordu. Bir yandan da minik yüzüne büyük gelen çocuk
solunum maskesini ağzına tutmaya çalışıyorduk annemle ki oksijen alabilsin yeteri
kadar. Geçmeyen bir yarım saat daha, bebeğim gözümün önünde acı çekiyor ve ben
ona müdahale edemiyordum ne besleyebiliyordum, ne o baskı yapan torbadan dolayı
sakinleştirmek için kucağıma alabiliyordum. Evet, anesteziden tam olarak
uyanmadan, yani en az bir iki saat daha beslemek yasak. Sonunda tüm yasaklar
kalktığında ve oğlumla buluştuğumuzda iç çeke çeke emerek uyudu. Çok
yorulmuştu. Ama daha bitmiyordu ertesi gün kemik iliği biyopsisi bizi
bekliyordu.
Bu süreçte sanki görünmeyen bir düşmanla boks yapıyor gibi
hissettim kendimi. Sürekli darbe yiyorum, sürekli yüreğime ciğerime ciğerime
darbe yiyorum da görmüyorum kimin vurduğunu daha bir darbenin şokunu
atlatamadan, ne olduğunu anlayamadan başka bir darbe geliyordu farklı bir
yerden. Nereye bakacağımı, ne yapacağımı şaşırmıştım. Şok yaşıyordum. Sürekli
şoka giriyordum. İnsan bilincini yitiriyor böyle zamanlarda. Düşünemiyor, beyni
çalışmıyor, aklı bilmiyor. Aldığım her darbede, her şokta içimi boşaltıyorlar da
sanki ruhumu sömürüyorlardı..
Yorumlar
Yorum Gönder